Ulu Hakan II. Abdülhamid Han Hakkında Bilgiler
Ünlü tarihçi İlber Ortaylı, II. Abdülhamid için: "Abdülhamid'i anlamak 21. yüzyılı anlamaktır." demiştir. Tarih, zamanında onu acımasızca eleştirirken sonradan pişman olanlara, değerini çok geç anlayanlara ve hatta bunu adeta bir itirafnâme olarak yazanlara, arkasından ağıt yakanlara çok kez şahit olmuştur.
Sultan II. Abdülhamid 31 Ağustos 1876'da padişah ilan edilmiştir. Tahta çıktığı zaman kendini adeta bir ateş çemberi içinde buldu. Ruslar, Kırım ve Kafkasya'yı ele geçirmiş, Fransızlar Cezayir'i tamamen ele geçirmiş, Sırbistan ve Romanya özerkliğini ilan etmiş, Yunanistan ise, bağımsız olmuştu. Ülke içinde meşrutiyet yanlısı görüşler artmış, hatta padişahlığın tasfiyesiyle cumhuriyetin ilân edilmesi fikri tartışmaya açılmiştı.

Ülke ekonomisi tam manasıyla çökmüştü. 1854 senesinde alınan ilk dış borçtan sonra ülkenin mali yapısı her geçen zamanda daha da bozulmuş, koskoca Osmanlı İmparatorluğu, Osmanlı bankasından ve hatta Galata bankerlerinden aldığı borçları dahi ödeyemez hale gelmişti.
Sultan Abdülhamid hatıralarında bu durumu şöyle anlatmıştır: "Hazine tamamen borç içinde bulunuyordu. Tanzimattan beri herşeyi Avrupa'dan alır olmuştuk. Ülkede kurulan birkaç fabrikada kapanacak durumdaydı. Yol yoktu. Haberleşme zorlaşmıştı. Kadroların büyükçe bir kısmı azınlıkların elindeydi. Avrupa'da bulunan elçiliklerimizde Rum soyundan memurlar vardı ki; bunların bazıları Yunanistan'a hizmet etmeyi, Osmanlı İmparatorluğuna hizmet etmenin önünde tutuyorlardı. Bir şey daha vardı; dünyada yalnızdık. Düşman çoktu, fakat dost yoktu."

Abdülhamid tahta geçmeden önce Mithat Paşa'ya verdiği söz doğrultusunda, 23 Aralık 1876 tarihinde ilk Osmanlı anayasası olan Kanuni Esasi'yi ilan etti. Yapılan seçimler sonucunda ilk meclis 19 Mart 1877 tarihinde açıldı.
İmparatorluğun nüfus yapısı sebebiyle seçilen vekillerin çoğunluk kısmı azınlıklardan oluşmaktaydı. Seçilen 115 vekilin 69'u Türk ve Arap Müslümanlar, 46 vekil ise Ermeni, Rum, Yahudi gibi gayrimüslimlerdendi.
Aslında meşrutiyetin ilanı konusunda senelerdir Osmanlı'ya baskı yapan dönemin güçlü devletlerinden İngiltere ve Fransa'nın istediği de bunun yapılmasıydı. Bu ülkeler Osmanlı'nın meşruti yönetime geçmesini, demokrasi veya insan hakları için değil, tamamen kendi adamları olan azınlık milletvekilleri sayesinde iç idareye daha da rahat karışabilmek için istiyordu.

Azınlık olan milletvekilleri, her bir gup, arkasına bir Avrupa devletinin desteğini alarak üyesi oldukları etnik grup için bağımsız devlet kararı çıkarmak için uğraşıyorlardı. Böylelikle I. meşrutiyet dönemi başlamış oldu.
Padişah ile meclisin ülkeyi birlikte yönetmesi ilkesine dayalı anayasayla, yargı bağımsızlığı ve temel haklar güvence altına alınmasına karşın, egemenliğin esas kaynağı yine padişahtı. Fakat padişah 1 sene 5 ay devlet idaresine hiç karıştırılmadı. Memleketi, sadrazam Mithat Paşa ve hükümeti idare etti.
Bu dönemde uygulanan yanlış politikaların sonucunda 1877 senesinde girilen Osmanlı-Rus savaşındaki hezimet sebebiyle Sultan Abdülhamid, 13 Şubat 1878 tarihinde "böyle bir meclisten bir birlik çıkmaz" diyerek meclisi tatil etti ve yönetimi tek başına ele aldı.

Abdülhamid, devletin meşrutiyet ile değil, Müslüman unsurlara dayanan kuvvetli bir devlet idaresiyle kötü gidişattan kurtulabileceğin düşünmekteydi. Bu durumdan rahatsız olan İngiltere, V. Murat'ı Padişah, Mithat Paşa'yı da yeniden sadrazam yapmak için Jön Türklerden olan Ali Suavi ile, tarihe Çırağan Baskını olarak geçen başarısız bir darbe girişiminde bulundu.
20 mayıs 1878 tarihinde gerçekleştirilen bu sonuçsuz darbe, II. Abdülhamid'i hafiye denilen gizli teşkilatı kurarak idareyi daha sıkı ele almaya zorladı. Bu şekilde istibdat, yani baskı dönemi olarak adlandırılan dönem başlamış oldu.

Malesef o dönemde Abdülhamid ve uygulamaları yeterince anlaşılmamıştır. II. Abdülhamid hükümdarlığı döneminde her kesim tarafından eleştirildi. Hürriyeti yok etmek ve istibdat ile ülkeyi idare etmekle suçlandı ve bütün kötülüklerin sorumlusu ilan edildi.
Dönemin batı yanlısı aydın diye bilinenlerinde, İslamcı diye tanınanlarında bir kısmı uygulanan bu sisteme karşı çıktılar. Ne yazıkki bir Osmanlı Sultanına reva görülen muameleye katkı sağlayanların çoğu alim, paşa, yazar yani ülkenin aydın kişileriydi.

Sultan Abdülhamid anılarında şöyle diyordu: "Beni evhamlı sanıyorlardı. Hayır, ben sadece gafil değilim, o kadar." Osmanlı İmparatorluğu asırlar boyu savaşmaktan harap ve bitap düşmüş, eğitim, bilim ve sanattan geri kalmış, halk savaşlar sonunda hayatından bezmişti. Abdülhamid ise 30 yıl ülkeyi savaştan uzak tutmayı başarmıştı.
Sultan büyük devletler arasındaki rekabetlerden faydanalarak hatta bunları körükleyerek imparatorluğun yaşatılmasını sağlamaya çalıştığı bu süre zarfında, okullar, yollar, köprüler yaptırdı. Eğitime büyük önem verdi. Osmanlı döneminde en çok okul Ulu Hakan Sultan Abdülhamid Han döneminde açıldı. Bugün bulunan Marmara Üniversitesi'nden, Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi'ne kadar birçok yüksek eğitim kurumu II. Abdülhamid döneminde hizmete girmiştir.
Türk modernleşmesinde önemli bir isim oldu. Birçok kamu binası, hastane ve çeşmeler yapıldı. Demiryolu projeleri hayata geçirildi. Telgraf ve telefon hatları çekildi. Ziraat Bankası, Ticaret, Sanayi ve Ziraat odaları kuruldu. Çini, kağıt ve bez fabrikaları açıldı. Anadolu ve ortadoğunun petrol haritasını çıkarttı. Döneminde eğitim, tıp, iletişim ve teknolojide ortaya çıkan tüm yenilikleri Avrupa ile aynı anda en modern şekilde Osmanlı'da uyguladı.

II. Abdülhamid için çokça kullanılan Kızıl Sultan uydurması, Albert Vandal adında bir Fransız yazar tarafından ortaya atılmıştır. Bu sözü ortaya atma nedeni de, Abdülhamid'in haklı olarak ermeni isyanlarını bastırtmış olmasıdır.
Başta İngiltere ve Fransa olmak üzere Avrupa kamu oyunda Abdülhamid'in kan dökücü bir padişah olduğu propagandası başlatıldı. İçerdeki muhaliflerde onun için kızıl yani kan akıtan sultan takma adını kullanmaktan hiç çekinmeler.
Hâlbuki Sultan Abdülhamid Han 33 yıllık saltanatı boyunca yalnızca 5 suçluya verilmiş idam cezasını onaylamıştır. Diğer suçluları ya sürgün ya da hapis cezasına çevirmiştir. Hatta ölümden kıl payı kurtulduğu bombalı bir suikast düzenleyen ermeni suikastçıyı dahi affetmiş bir padişahtı.
Mustafa Kemal 1937 yılında bir konuşmasında bir dönem kendisinin de karşısında olduğu Abdülhamid'in yönetimi için: "Kişisel kanım kısaca şu şekildedir; tecrübe göstermiştir ki, toprakları üzerinde yaşayan insanların büyük bir bölümünün durumu kuşkulu ve sınırları düşmanla çevrili büyük bir devlette, Abdülhamid'in yönetim tarzı büyük bir hoşgörüdür. Hele ki bu yönetim, 19. yüzyılın sonlarında uygulanmış olursa." demiştir.

Abdülhamid dış politikada her zaman dengeleri korumaya çalışmıştır. Halifelik müessesini bir koz olarak kullanmış, büyük devletlerin hiçbirine tam olarak bağımlı bir hale gelmemiş, hiçbiriyle de ittifak yapma kapılarını tam olarak kapatmamıştır.
Alman İmparatorluğunun kurulmasını sağlamış ünlü Alman devlet adamı ve aynı zamanda ilk başbakanı Otto von Bismarck: "Dünyada 100 gram akıl varsa, bunun 90 gramı Abdülhamid'te, 5 gramı bende, kalan 5 gramı da diğer dünya siyasilerindedir" diyordu.
Yahudilerinde Jön Türklerle iş birliğine gittikleri bu dönemde, Osmanlı'nın yabancı devletlere karşı olan borçlarının hepsinin ödenmesinin karşılığında, Filistin'in yahudilere verilmesini isteyen dünya yahudi teşkilatının lideri Theodor Herzl'in: "Kudüs'ü bize verin, tüm dış borçlarınızı dünya museviler cemiyeti olarak ödeyelim" önerisine verdiği cevap: "Ben bir karış dahi olsa vatanımın toprağını satmam. Zira bu vatan bana değil milletime aittir. Milletimde bu toprakları yalnızca aldığı fiyata verir. Çünkü bu topraklar kanla alınmıştır, kanla verilir." şeklinde olmuştur.

II. Abdülhamid, ermeni meselesi konusunda da en ufak bir taviz vermiyordu. Ermeniler için bağımsız bir devlet hayal eden Avrupa, bu konudaki en büyük engelin Sultan II. Abdülhamid olduğunu anlamıştı.
Yahudi ve ermenilerin taleplerini reddeden Osmanlı İmparatorluğunun Müslümanların, hıristiyan egemenliğinden korunmak için yöneldikleri yegane güç haline geldiği bir ortamda, halife sıfatıyla İslam ülkeleri üzerinde gücünü siyasi amaçlar için kullanmaya kararlı olduğu görülen Abdülhamid'in tahtta kalmasını İngiltere kendisi açısından tehlikeli görmeye başlamıştır.
Bu dönemde gerçekleştirilen ve tarihe 31 Mart olayı olarak geçen ayaklanmada bu nedenle İngiltere'nin parmağı olduğu iddia edilmektedir.

2012 yılında vefat eden tarihçi Yılmaz Öztunay, 23 Mayıs 2006 tarihindeki makalesinde bu konu hakkında şunları yazmıştır: "31 Mart 1909 ayaklanması İngiliz istihbarat servisi tarafından düzenlenmiş, imparatorluk politikasında henüz çok toy olan ittihatçılara icra ettirilmiş iğrenç bir eylemdir. Hedef Sultan II. Abdülhamid Han'ı tahttan indirmekti. Maksat fasıl oldu."
Sultan Abdülhamid ayaklanmadan sonra meclisin kararıyla 27 Nisan 1909'da tahttan indirildi ve yerine V. Mehmet getirildi. Ayrıca İstanbul'da kalması da sakıncalı olarak Selanikte oturması uygun görüldü. 3 yıl Selanik'teki Alatini Köşkü'nde ev hapsinde tutulduktan sonra, 1913 yılına İstanbul'daki Beylerbeyi Sarayı'na getirildi. Daha sonra burada gözetim altında yaşamaya başladı.

1909'da Sultan Abdülhamid'in iktidardan uzaklaştırılması ve Sultan Abdulhamit'in politikalarına son verilmesi, Osmanlı İmparatorluğu'nun da sonu oldu. İmparatorluk, Jön Türkler'in uygulamalarına yalnızca 10 yıl dayanabildi.
1914 yılında I. Dünya Savaşı çıktığında Sultan Abdülhamid şunu diyordu: "40 sene boyunca büyük devletlerin birbiriyle kapışmasını bekledim. Bütün ümidim bu yöndeydi. Osmanlı'nın bahtını buna bağlıyordum. O beklediğim gün geldi. Ne yazık ki ben tahttan, idareciler de akıl ve basiretten uzaklaşmışlardı."

Onun Osmanlı Devleti ve İslam toplumu için nasıl birleştirici bir unsur olduğu, memleketi 33 yıl nasıl bir zeka ve bilgiyle yönetebildiği, tahttan indirilmesinin ardından çok daha iyi anlaşıldı.
Jön Türk idaresine bıraktığı devletin yüz ölçümü Adriyatikten, Basra körfezine, Karadeniz'den Afrika'nın çöllerine kadar yaklaşık 5 milyon km2'ye ulaşıyordu. İttihatçılara bir yangın, bir enkaz değil, 30 milyondan fazla nüfusu ile büyük bir ülke ve modernleşme çalışmaları devam eden bir ordu bırakmıştı. Dış borçları azaltmış, devletin ekonomisini de büyük ölçüde toparlamıştı.

Sultan Abdulhamit Han tahttan indirildikten sonra söylediği şu sözler adeta ne kadar geleceği görebilen bir zekaya sahip olduğunun göstergesidir: "Benden sonra ülkeyi 10 yıl yönetsinler, 100 yıl yönettik desinler." ve Sultan Abdülhamid Han tahttan indirildikten 9 yıl sonra Osmanlı İmparatorluğu fiilen yıkılmıştır.
1909 yılında tahttan indirildikten sonra tahttan indirildikten sonra 9 yıl için koca bir devletin ittihat ve teraki idaresi altında çöküşünü büyük bir üzüntüyle takip eden Sultan II. Abdülhamid, Osmanlı'nın hazin sonunu görmeden 10 Şubat 1912 tarihinde vefat etti. Vefatının ardından tüm halk "babamızı kaybettik" diyerek mahşeri bir kalabalık halinde cenazeye katıldı.

Heralde Osmanlı'nın parçalandığını, Anadolu'nun işgal edildiğini ve düşmanın İstanbul'a dayandığını görmek onun için yaşadıklarından çok daha büyük bir acı olurdu.
Vakti ile Abdülhamid idaresine karşı başkaldıran ve hürriyet kahramanı ilan edilen Enver Paşa'nın mondros ateşkes anlaşması ardından 1 Kasım 1918 tarihli gecede bir Alman denizaltısı ile ülkeyi terkederken yaveri Cemal Paşa'ya yönelip ağzından çıkan sözler aslında her şeyi anlatıyordu: "Turan yapacaktık, viran olduk. Bizim en büyük hatamız Sultan Abdülhamid'i anlayamamaktır. Yazık paşam çok yazık, siyonistlerin oyununa alet olduk ve onların hıyanetine uğradık."

-
https://www.youtube.com/watch?v=GMfhwVDQEeI